26 Nisan 2015 Pazar

CORDOBA

Guadalquivir'in hayat verdiği bir diğer şehir. Endülüs'ün sessiz, sakin, dingin ve huzurlu şehrine hoş geldiniz. Şehir demeye de bin şahit, burası daha çok bir kasaba gibi. Bembeyaz evlerin yan yana dizildiği daracık sokaklarda insan görmek bir nimet sanki. Sevilla'da her tarafta dağınık olarak gördüğümüz portakal ağaçları burada artık kaldırımlarda  yan yana dizilmiş, birlik olmuşlar. Nehrin kenarında yürümek, eski köprülerden geçmek ise bambaşka bir boyuta geçiriyor insanı, köprünün bir tarafında çarşaf gibi durgun, diğer tarafında alabildiğine hırçın akan bir nehir...



O zaman vakit kaybetmeden bu huzurlu ve kendi halinde Endülüs şehrinin saklı potansiyelini ortaya çıkaralım!


NASIL GELDİK?

Alsa
firmasının çevredeki şehirlerden buraya otobüs seferleri mevcut. Biz de Sevilla'dan aşağı yukarı iki saat gibi bir sürede buraya geldik. Otobüs yolculuğunda envai çeşit köy ve kasabada durulması da yolculuğun bir diğer güzel yanı, uzaktan da olsa köyleri görme şansınız oluyor. Hava da ılık ve güneşliyse huzurunuzu kim bozabilir?

NEREDE KALDIK?

Hostal Osio- Backpackers
, İspanya seyahatinde kalabalık bir yatakhanede kaldığımız tek hostel oldu.

Resepsiyonda çalışan kızlar akıcı bir İngilizce'ye sahiplerdi. Oldukça bilgililerdi her zamanki gibi.

Biz burada sekiz kişilik bir yatakhanede kaldık. Oda gayet büyüktü, üstelik kendi banyosu da vardı odanın. Banyo oldukça temizdi.

8 kişilik yatakhanede yatak başına 10.5 Euro gibi bir ücret ödedik.

Uzun zaman sonra ilk defa Dorm Room tarzı odalarda kaldığımız için "Aa oley yeni insanlarla tanışacaz, Backpacker ruhu ftw!" diye düşünmüştük İdille. Gelin görün ki, hostellerde görüp göremeyeceğiniz en uyuz insan kategorisinden 6 kişiyle aynı odaya yerleştirilmiştik: Bütün gün hostelde yatak qeyf yapanlar, ya da akşam 8de yatağa girip uyuyan ama ne hikmetse dünyanın en hafif uykusuna sahip insanlar. Hal böyle olunca odaya gece 11 civarı girdiğimiz andan itibaren "pfff, hofff" gibi seslerle akapella yapmaya başladı bizim elemanlar.

Neyse, hosteller candır arkadaşlar.

NERELERİ GEZDİK?

Cordoba'nın gezilecek yerler bakımından pek de zengin olduğu söylenemez. Yine de burada mutlaka göz atmanız gereken bazı yerler olduğu da bir gerçek. Tabi bunun dışında kuşkusuz sokaklarını gezmeniz gereken Old Town- Jewish Quarter tarzı bir bölge de mevcut. Şehirde belki de yapılabilecek en güzel şey Guadalquivir kenarında uzuun bir yürüyüş yapmak.

Detaylara inecek olursak;

La Mezquita

Cordoba'da görülmesi gereken en en en önemli yapı burası. Adından da anlaşılacağı gibi burası teknik olarak eskiden bir camiymiş. Burası, Endülüs'te İslam mimarisinin farklı mimarilerle birleşmesine en güzel örneklerden biri.


İlk başta Vizigotlar tarafından Katolik Kilisesi olarak inşa edilen La Mezquita, 711 yılında Müslümanların bölgeyi ele geçirmesinin ardından adım adım camiye dönüştürülmüş. Müslümanların bölgedeki hakimiyetini kaybetmesinden sonra burası yeniden bir Katolik Kilisesi'ne dönüştürülmüş, ancak Müslümanların hüküm sürdüğü dönemin kalıntıları burada hala mevcut.



2000li yılların başlarından beri ne hikmetse İspanya'da yaşayan Müslümanlar burayı ibadet yeri olarak kullanabilmek için izinler almaya çabalıyor, bir savaş veriyorlarmış. Hatta 2010 yılında içeride ibadetini yapmaya çalışan bir turist kafilesiyle güvenlik görevlileri arasında ciddi bir arbede yaşanmış. Haberin detaylı linki için buyrunuz: http://www.theguardian.com/world/2010/apr/01/muslim-catholic-mosque-fight

İçerisi oldukça büyük, kırmızı beyaz desenli kolonlar ve kemerler buranın karakteristik özelliği olarak öne çıkıyor. Ayrıca İslam kültürünün kalıntıları, şapellerle iç içe geçerek değişik bir kontrast oluşturmuş. En az bir saatinizi alıyor burayı gezmek, ama hiç sıkılmıyorsunuz!



Giriş yetişkinler için 8 Euro, öğrenci indirimi yok.

Alcazar de los Reyes Cristianos:

Bu kocaman görkemli saray da tıpkı La Mezquita gibi Vizigotlar tarafından inşa ediliyor. Emeviler ve Abbasiler döneminde burası halifelerin sarayı haline geliyor. Hristiyanların burayı yeniden ele geçirmesinden sonra da Aragon Kralı II. Fernando ve eşi I. Isabel burada konaklamışlar. 19. yüzyılda Napolyon'un askeri birliklerinin karargahı, daha sonra da hapishane olarak kullanılmış.


Giriş 4 euro. Bu arada kapıdaki orta yaşlı görevli o kadar agresif ve aksiydi ki kendimi bir IETT otobüsüne biniyormuş gibi hissetmeme neden oldu. Umarım size de o denk gelmez.

İçeride tablolara, heykellere, odalara dair açıklamaların İngilizce olmaması oldukça şaşırtıcıydı. Ulan zaten 2-3 tane turist atraksiyonunuz var, onlardan birini de böyle harcamışsınız, olmamış.

Neyse, kulenin tepesi şehri tepeden izlemek için mükemmel bir nokta. Hele ki gün batımına denk geliyorsanız gerçekten tam böyle bira ve çekirdek ikilisiyle oturup keyfin doruklarına varmayı hayal edebileceğiniz yerlerden (tabi böyle bir şey yapmayın.)




Ayrıca palmiye-portakal ağacı ikilisi süs havuzlarıyla birleşerek buranın uçsuz bucaksız bahçesinde yeniden karşınıza çıkıyor. Aman diyeyim, sakın benim gibi nefsinize yenilip bu ağaçlardan portakal alıp yemeye kalkışmayın. Dünya üzerindeki en asidik şey olabilir.

Jewish Quarter:

Şehrin bu eski bölümünün karakteristik özelliği bembeyaz evleri, balkonlar ve bahçelerinin çiçeklerle donatılmış olması. Tabi renk cümbüşü görmek istiyorsanız kışın gitmek en iyi seçenek olmayabilir. Şöyle ki, Calleja de las Flores yani ünlü Çiçek Sokağı'ndan bin kere geçsek de pek fazla çiçek gördüğümüzü söyleyemeyeceğiz.Yine de evlerin bahçelerinin çiçeklerle donatılmış olduğunu görmeniz mümkün oluyor.




Halife'nin hükmü altında bu bölgede yaşayan Yahudiler daha sonra tıpkı Sevilla'da olduğu gibi buradan da sürülüyorlar.

Bölgede ziyaret edilmesi gereken bir sinagog ve bir de Yahudi bir teolog olan Maimonides'in heykeli mevcut.

Roman Bridge:




Guadalquivir üzerinden geçen bu muazzam köprünün hayli köklü bir geçmişi var. Romalılar tarafından milattan önce birinci yüzyılda kurulan köprü Müslüman yönetimi altında yeniden yapılandırılıp günümüzdeki haline geliyor. Köprünün tam ortasında St. Raphael Heykeli bulunmakta. Köprünün bir ucu Calahorra Kapısı'na, diğer ucu ise Puerto del Puente kapısına bağlanıyor.

Köprü oldukça geniş ve uzun. Buradan nehrin akışını ve gün batımını izlemek öyle huzur verici ki. Asla yüksek bir bina ya da fabrika yok, gerçekten de 7-12 yüzyıl aralığının (Müslümanlık) Cordoba'sını size yaşatan bir köprünün üzerindesiniz. Şehirleşmeden fersah fersah ötede bir yerde olduğunuzu fark ediyorsunuz.



Plaza de la Corradera:




Venedik'teki San Marco Meydanı değil burası, karışıklık olmasın ama nasıl da benziyor! Biz gece vakti gittiğimizden pek bir atraksiyon göremedik lakin burası 17. yüzyılda şehrin eğlence merkeziymiş. Boğa güreşleri, at yarışları ve pek çok eğlence burada yapılmaktaymış. Yazın gidildiğinde oturulacak pek çok güzel yer olduğunu düşündüğüm (ve umduğum) bir yer.

Antik Roma Tapınağı Kalıntıları:




Bana göre şehrin görünümüne biraz eğreti ve alakasız kaçmış olan bu kalıntı 1. yüzyılda bir tapınak olarak inşa edilmiş. Varlığı teee 1950lerde Belediye Binası'nı genişletme çalışmaları sırasında keşfediliyor. İlginç.

Medina Azahara:

Şehrin 10-15 km uzağında olduğu için gidemediğimiz bu yer yine Müslümanların Endülüs'te hüküm sürdüğü dönemde inşa edilen saraylardan biriymiş. Emevi Halifesi III. Abdurrahman tarafından kurulan saray ve çevresindeki kasaba aslında o dönemde oldukça önemli bir şehir merkeziymiş. İşlev bakımından Roma'daki Forum'a benzetilebilir, çünkü siyasi ve sosyal hayatın kalbi burada atıyormuş.

http://www.absolutcordoba.com/wp-content/uploads/2008/07/absolutcordobasalonricomedinaazahara.jpg
Avrupa Birliği üyesi bir ülkenin vatandaşıysanız, ki burayı okuyup anladığınıza göre pek sanmıyorum, girişi size bedava. Bizler için de 1.5 euro.

Eğer burada bir günden fazla kalıyorsanız mutlaka uğramanız gerektiğini düşünüyorum.

Arkeoloji Müzesi:

Vakitsizlikten gidemediğimiz bir diğer yer. Antik Roma, Emeviler ve Rönesans dönemi mimarisine ait örneklerin sergilendiği müzenin girişi 1.5 euro.

NE YEDİK?

Cafe Gourmet:

Hemen heyecanlanmayın, burası bir tapas bar değil. Aslında geçerken açlığınızı bastırsın diye börek çörek alabileceğiniz yerlerden. Boyutu oldukça büyük bir poğaçaya 3 euro verdim. Eh işte.

Salinas:

Gelelim tapas mevzusunaaa! Hosteldeki çalışanların önerisi üzerine hostele çok da yakın olmayan Salinas isimli restorana gittik, Plaza de la Corradera dolaylarında yer alan bu restoran dışarıdan her ne kadar mütevazı gözükse de aslında lüks bir restoran. İçerideki kokulardan tutun çalan müziğe, dekorasyona kadar her şeyiyle size gelebileceğiniz en doğru restorana geldiğinizi hissettiriyor. Gerçekten de yan masalarda insanların önlerine gelen yemekler o kadar güzeldi ki atlayıp bir parça almamak için kendimi zor tuttum.

Gel gör ki ben de İdil de söyleyebileceğimiz en kötü, damak zevkimize en uzak iki yemeği söyledik. Ben bir çeşit kırmızı etli bir yemek yedim, ama hani bazı kırmızı etler olur ya yüzde doksanı yağ ve sinirden oluşan. Öyle bir şeydi. İdil'in söylediği ise evlere şenlikti. Buz gibi salçalı bir sosun içinde bir kaç parça küp ham ve küp ekmek kırıntısından ibaret. 10ar euro civarında ödeme yaptık, yani fiyat/lezzet oranı biraz üzdü. Ama eminim ki burada yiyebileceğimiz çok daha güzel şeyler vardı. O yüzden buraya gitmeyin diyemem. Hatta gidin ve bizim yiyemediğimiz diğer güzel şeyleri deneyin.

Bu arada garson bizim yemekleri burnumuzu tıkaya tıkaya yediğimizi görüp bize acımış olacak ki harika bir pekmez şarabı ikram etti.

El Palquillo:

İşte karnımızı doyurduğumuz yer!

Spanish Omelette, tapas kültüründe çok önemli bir yere sahip. Aslında bildiğimiz patatesli omlet kendileri. Biz de bunun bilincinde olarak "İstanbul'da kendimiz de yaparık yerik" diye düşündüğümüzden denemeye değer bulmamıştık.

Tesadüfen girdiğimiz bu şirin kafede belki de yiyebileceğimiz en lezzetli Spanish Omelette'yi yediğimizde bu yemeğe biraz haksızlık ettiğimizi anladık.

Fiyat aralığı yine 3-5 euro.

İçerisi küçücük. Kafenin sahibi,ve birkaç yakın dostu vardı içeride. Muhabbet koyu belli ki. Ama özellikle kafenin sahibi Türk olduğumuzu öğrenince onları tamamen unutup bütün gece bizimle muhabbet etti (zaten çekim gücümüze dayanamayan arkadaşları da muhabbete katıldılar hemen). Adam her ne kadar başlangıç seviyesinde İngilizceye sahip olsa da bizimle çok iyi anlaştı. Karısıyla balayı için İstanbul'a gitmişler ve çok sevmişler. Bize İstanbul ve Türkiye ile ilgili yüzlerce soru sordu.

Böyle zamanlarda İstanbul'un, hatta Türkiye'nin dünya üzerinde görülmesi gereken en özgün yerlerden biri olduğunu anlıyorsunuz. Yabancı bir turist olarak İstanbul'a geldiğinizi düşünün. Bırakın iki üç günü, bir hafta yeter miydi İstanbul'u keşfetmeye?

Neyse, konuya dönecek olursak. Buranın spanish omelette'si mutlaka denenmeli!

GECE HAYATI

Yerel halkın takıldığı mütevazı barlar > Turistik kesimlerdeki barlar eşitsizliği bu şehirde de geçerli. Ayrıca halk hem çok sevecen, hem çok espritüel, hem konuksever hem de Türklere karşı inanılmaz bir ilgi ve sempati besliyorlar.

Clandestino

İspanyolların ne kadar sıcakkanlı ve konuşkan olduklarını burada bir kez daha anlıyorsunuz. Buraya sosyal anksiyeteyle gelen herhangi biri, iki güne kalmadan dünyanın en özgüvenli insanı olarak çıkabilir buradan.

Bu bar da sokak arasında geçerken uğradığımız ve çok sevdiğimiz bir mekan. Türk olduğumuzu öğrenen barmenler ve arkadaşları bizimle eğlenceli bir söyleşi yaptılar. Barmenlerden biri daha önce İstanbul'a gitmiş. Diyorum ya, İstanbul bir başka aslında.

Adamlar Gezi olaylarına kadar her olan biteni takip etmiş. Vay anasını dedirtiyor.

Meşhur Cruzcampo'yu burada da deneyin. Hele de bizim gibi sevimli bir Türk çift olarak gelirseniz bardağınız yarılanmışken barmenler ikram niyetine bardağınızdaki birayı yenileyebilir!

SONUÇ:

Belki de çok fazla yapılacak şey yokmuş gibi görünen bu şehirde sadece bir gün kaldık. Ama elimde olsa daha da uzun kalırdım. Çünkü her şey bir yana, İspanyol insanının verdiği güven ve sıcaklığı, günlük yaşamlarını, doğallıklarını en çıplak haliyle gözlemleyebildiğim yer burası oldu. Belki bir yanındaki Sevilla ve diğer yanındaki Granada kadar keşfedilmediği içindir henüz, bilemeyeceğim, Ama umarım hep böyle sakin ve huzurlu bir yer olarak kalmaya devam eder.



Bir sonraki durağımız içine girebilmek için adeta vizeye başvururcasına çabalamanız gereken Alhambra Sarayı'nın hayat verdiği Granada.



2 yorum:

  1. Kapsamlı bir rehber yazı olmuş. Sizinle gezmiş gibi hissettim. Fotoğraflar çok güzel. İspanyolların Endülüs dönemine ait izleri tamamen yok ettiklerini okumuştum, bi'yerlerde. İyi seyahatler...

    YanıtlaSil
  2. çok mutlu oldum :) tamamen yok olduğu söylenemez ama yine de La Mezquita için dediğiniz doğrudur.

    YanıtlaSil

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı