25 Ekim 2014 Cumartesi

KAZ DAGLARI

Yer yer çok sıkıcı bir hale geldiğini düşündüğüm üniversite hayatıma renk katmak için katıldığım Dağcılık Kulübünün ilk kamplı etkinliği için vakit gelip çatmıştı.


İstikamet Kaz Dağları. Kısaca bilgi vermek gerekirse, Kaz Dağları Edremit Körfezi’nin kuzeyinde yer alıyor. Bir kısmı Çanakkale, bir kısmı Balıkesir ilinin sınırları içinde yer almakta. Üç tepesi bulunan Kaz Dağları’nın en yüksek tepesi Karataş Tepesi (biz sanırım ikinci yüksek tepeye çıktık, çünkü rehberimizin söylediğine göre bulunduğumuz yerden 50 m. Yüksekte en yüksek zirve bulunmaktaydı. Karataş’ın yüksekliği 1774 imiş. Kaz Dağları’nın kuzey batısında Bayramiç İlçesi’ne bağlı Ayazma mesire yerinde de bir gecelik kamp yapacaktık.

Daha önce soğuk bir Nisan gecesi Kelebekler Vadisi’nde üzerimde sadece t-shirt ve şortla titreme nöbetleri içerisinde bölgedeki hazır çadırlardan birinde kalmam dışında kamp deneyiminin yakınından bile geçmemiştim. Nihayetinde herkesin bu deneyimi tatması gerekiyor değil mi?


Kampüsün meydanında kulüpten insanlarla buluştuğumda hava bildiğiniz soğuktu ve rüzgarlıydı. Endişelenmedim desem yalan olur, üstelik baton, tozluk vb bazı gerekli materyalleri almaya üşenmiştim bir newbie olarak. (Bunun ceremesini sonradan çekecektim elbet.)

Bir saat rötarlı gelen otobüsümüze binip gece yolculuğa başladık. Bizler uyumaya çalışırken otobüsün televizyonunda- nedendir bilinmez- “yatakhanede şenlik” vb saçma isimlere sahip, adeta sinema sektörünün “Anaconda”sı (Nicki Minaj) niteliğinde filmler dönüp duruyordu.

Çanakkale Boğazı’nı ilk kez görüşüm de ertesi sabah oldu. İstanbul Boğazı’na alışkın biri olarak buranın boğaz olduğunu anlamam çok uzun sürmüştü.

Çanakkale Boğazı ve iki adet gökkuşağı!

Kepez’de Lydia Kahvaltı isimli yerde kahvaltı yaptık. Ben şahsen peynirlerini ve menemenini beğendim. Yolu düşenler uğrayabilir.

Otobüse dönünce çadırlarda kimlerin nasıl kalacağı belirlendi. Çadırlarda üçerli üçerli kalınacak. Her çadırın bir lideri olacak ve bu kişi deneyimli gruptan seçilecek. Benim kalacağım çadırın lideri Sait’ti, üçüncümüz de yine Sait adında PhD yapan bir çocukcağızdı. Bizim çadır, Sönmez Hoca’mızın kalacağı çadırla ortak yemek yapacaktı.

Kahvaltımızı yaptıktan sonra yeniden yola koyulduk ve bu sefer alışveriş yapmaya gittik. Tonlarca alınan yiyeceklerin arasında makarnadan tutun muza, elmaya, kuruyemişe, domatese her şey vardı. Kampçılıkta sulu yemek yemek o kadar önemliymiş ki makarna yapılınca bile suyu süzülmeden yeniyormuş.

Neyse, Ayazma beldesine bağlı kamp alanına ulaştık. Burası mitolojideki dünyanın ilk güzellik yarışmalarına ev sahipliği yapmış ki bu güzellik yarışmalarıyla sonradan Truva Savaşı’na yol açan olaylar dizisi gelişiyor.


Burası kamp alanımız oluyor. Çadırların yerini belirledikten sonra çadırları kurmaya başladık. Sait ilk başta çadırı kurarken hafif zorluklar yaşıyordu, ben ise çadırın kurulma prosesini asla takip edemiyor, bana denilenleri yapmaya çalışıyordum.

Akabinde ilk trekking’imizi yapmak için yollara düştük. Yavaş yavaş bazı teknik malzemelerin yokluğunu hissetmeye başladığımı itiraf etmemde sakınca yok sanırım, özellikle batonların çünkü patika yer yer dikleşiyordu ve batonlar olmadan dengenizi sağlamak hakikatten çok zor oluyor.
İşte ilk günkü yürüyüşümüzden bazı kareler.




İkinci bir zorluk da ter ve yağmurdan dolayı kıyafetlerin aşırı ıslanmasından kaynaklanıyordu. Zaten metabolizmam dolayısıyla terlemeye çok meyilli bir insan olan ben için termal içlikler bile yetmedi. Üstüne üstlük yağmurun yağmasıyla dışardan da ıslanmaya başladım. Anlaşıldı ki su geçirmez olduğunu bildiğim kalın montum su geçiriyormuş meğersem, dolayısıyla mont ıslanınca altındaki t-shirt ve termal içlik de ıslanmış sayıldı.
Halbuki Sönmez Hoca’mız kısa kollu bir t-shirt ile dolaşıyordu rahatça. Sonradan işin mantığını çaktım, önemsiz kıyafetlerinin bugün ıslanmasına izin veriyor ve yarınki büyük tırmanışta kullanması gereken ağır topların önceden ıslanmasının önüne geçmiş oluyordu.

Çadırlarımıza döndükten sonra uyku tulumlarımıza girdik, kıyafetlerimizi kurumaya bıraktık. Yağmur fena bastırmıştı ve saat öğlen 3-4 gibiydi bana akşam 7 gibi gelse de. Sait tulumların bizi hemen ısıtacağını vaat ediyordu, oysa ben üşümemiştim mesela.

Akşam biz Türkler makarna ve mantı gibi yiyeceklerle karbonhidratın dibine vururken exchange arkadaşlarımız da bilumum sebzeyi doğrayıp yaptıkları çorbayı saatlerce pişirmeye uğraştılar. Yemek yedikten sonra da yanan ateş etrafında çeşitli oyunlar oynayarak günü noktaladık.

Yarın sabah erken kalkacağımız için akşam 10’da çadırlara girmemiz gerekiyordu, ama öyle çadıra girip de istediğiniz gibi muhabbet edemiyordunuz. Zira dışarıdan devamlı uyarı sesleri gelmekteydi. Sait ile fısıldaşarak konuşma çabalarım bile dışarıdan duyuluyordu, hani dudaklarımı oynatıp bir şey sorduğumda bile Sönmez Hoca’nın bağırdığını duydum.

Gece biz uyurken yakınımızdan çakal sürüsü geçmiş, fakat on dakikada bir uyanmama rağmen ruhum duymamış, hayırlısı diyorum.

Ertesi gün erkenden uyandık ve sabah rehberimizin (adını hatırlamıyorum şu an ne yazık ki) yaptığı nefffis menemeni de yedikten sonra yola koyulduk.

Bundan sonraki birkaç saat benim için fiziksel olduğu kadar psikolojik olarak da zor geçti.
Öncelikle, bildiğiniz bir dağa tırmanıyordum ve elimde batonlarım yoktu. Sağdan soldan topladığım saçma sapan dalları kullanarak dik yerleri çıkmaya çalışıyordum. Ama tabi bu dal parçalarının uçları baya kalın olduğu için bir batonun gördüğü işlevi görmüyorlardı. Öte yandan botlarım her ne kadar su geçirmeme konusunda sınıfı geçseler de normal bir dağcılık botundan kat ve kat daha kayganlardı. Bu da beni tırmanış boyunca düşmemek için vücudumu feci kasmaya zorlamama yol açtı. Kimi zaman da geride kalma tehlikesi yaşıyordum.

500 m civarında bir yükseklikte başladığımız yolculukta saatler sonra 1700 m’lik zirveye ulaşmayı başardık.

Zirve Qeyfi

Bu klişe ayak fotoğrafını çekmek de buraya kısmetmiş!

Ancak ben o kadar saftım ki çıktıktan sonra bir şekilde otobüsümüz araba yolundan gelip bizi alır da kamp yerine götürür diye düşünme gafletinde bulundum. Gerçekte olan ise çıkış sürecinden çok daha zorlu bir iniş süreci olmasıydı. İki adımda bir kayarak, nefes nefese ve devamlı geride kalarak, kısacası kafa göz yararak aşağı nasıl ulaştığımı hala bilmiyorum.

Bu dakikalarda hayattan nefret ettim denilebilir. Bu kadar beklenmedik zorluktan sonra insan kendisine soruyor, “bunu bile beceremiyorsun, burada ne işin var zaten?”. Tırmanırken ben de böyle kafalar yaşadım, kendime sövüp durdum. Sanki dağ hayatın kendisi ben de hayattaki zorlukları aşmaya çalışıyor gibiyim orada. Değişik kafalar dediğim gibi…

Tırmanırken devamlı su içmeniz gerekiyor, on dakikada bir, yoksa hiç hoş şeyler olmuyormuş. Gideceklere dip not olarak düşelim.

Ders iki, baton ve dağcılık botu olmadan herhangi bir yükseltinin yakınından geçmeyelim!
Şimdi de kelimeler yerini fotoğraflara bıraksın.



Göknarı


Bu da meşhur göknarı ağacı. Türkiye’de yalnızca Kaz Dağında bulunan bir ağaç türü. Truva Atı’nın bu ağaçtan yapıldığı söyleniyor.

Dönüşte ise Bayramiç'te sulu ev yemekleri yapan Çetin Restoran'da yemek yedik, daha sonra da otobüsle İstanbul’a döndük. Yemekler güzeldi fakat tatlılar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim, kadayıf kelimenin tam anlamıyla faciaydı. Zaten bu tür yerlerde anca kemalpaşa tatlısı yenmeli, çünkü tadı her yerde fix olan bir tatlı kendisi.

Kamp deneyimimi de böyle yaşamış oldum. Aslında kamp kafasına çok girdiğim söylenemez, çünkü genelde çadır kurma, tulumları dizme, yemek yapma gibi işlemleri liderlerimiz yapıyordu. O yüzden o “hayatta kalma mücadelesi” ruhuna kendimi çok veremedim. Tek başına kamp yapıyor olsaydım asıl o zaman gerçekten adrenalini yaşayacaktım ama zaten ona da cesaret edilir mi bilemedim, baksanıza çakal sürüleri falan geçiyormuş etraftan.

0 yorum:

Yorum Gönder

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı